Pequod adlı bir balina gemisinin son yolculuğunu, balinaların nasıl avlandıklarını, geminin sonunda nasıl battığını anlatan Moby Dick, ilk bakışta denizlerde geçen bir serüven romanı sanılabilir. Ne varki insan Moby Dick'i okudukça, okuduklarını düşündükçe, kitabın derinliğini, gerçek anlamını sezmeye başlar. Bu derinliği, gerçek anlamı sezmeyenler ise, balina avıyla ilgili, heyecanlı bir öykü olarak, gene de Moby Dick'in pekala keyfini çıkarabilirler." Mina Urgan böyle tanımlıyor Beyaz Balına'nın romanını, "Zaman zaman çıkardığı o garip seslere burnundan konuşma derseniz, balinayı horlamış olursunuz. Hem balinanın söyleyecek nesi olabilir? Ben, derinliği olan hiç bir varlık görmedim ki, bu dünyaya söyleyecek sözü olsun, Geçimini sağlamak için bir kaç söz kekelemek zorunda kalır, olsa olsa. Ne mutlu ona ki, dünya duyuverir sesini. "Melville'in sesini geç de olsa duymuştur dünya; ABD'li romancı, öykücü ve şair Herman Melville (1819-1891), denizi, gemicileri, balinaları ve tabii bu arada kinin ve tutkuların tutsağı olan insan ruhunu, düzyazı biçiminde yazdığı bu şiirde, ironi, mitoloji ve gerçekçiliğin iç içe geçtiği bu romanında anlatıyor. Sabahattin Eyuboğlu ve Mina Urgan'ın akıcı Türkçe'sinden...
Tadımlık
Ne berbat sokaklardı bunlar! Sağda solda, ev değil, kara kara yığınlar vardı sanki. Yer yer de, bir mezarın içinde gezinen ışıklara benzeyen mumlar. Haftanın son günü, gecenin bu saatinde, kentin bu mahallesi nerdeyse ıssızdı. Ama çok geçmeden, bulanık dumanlı ışıklar sızdıran, basık ve geniş bir binanın önüne vardım. Kapısı sanki kollarını açıyordu bana. Halka özgü yerlerin bakımsız hali vardı burada. Ayağımı içeri atar atmaz, eşikteki kül tenekesine çarpıp yere yuvarlandım. Tozdan dumandan boğulacaktım nerdeyse. "Bu da ne?" dedim. "Gomorra1 harabelerinin külleri mi yoksa?" "Çapraz Zıpkınlar"dan, "Kılıçbalığı"ndan sonra, bunun adı da "Tuzak Hanı" olsa gerek. Her neyse, ayağa kalktım, içerden gelen gür bir sese doğru ilerleyip, ikinci bir kapıyı açtım. Cehennemde lanetliler kurultayı toplanmıştı sanki. Yüzlerce kara surat bana çevrildi. Arkalarında, kıyamet gününün kara bir meleği, bir kürsünün üstüne açılmış kitabı yumrukluyordu. Bir zenci kilisesiydi burası. Ve vaiz, cehennemdeki karanlıkları, ağlaşıp bağırışmaları, dövünmeleri anlatıyordu. "Vay vay, Ishmael!" diye mırıldandım gerileyerek, "Tuzak Hanı amma da berbat karşılıyor insanı!" Biraz daha ilerleyip, doklara yakın bir yerde, sönük bir ışığın önünde durdum. Kasvetli bir gıcırtı duydum tepemde. Başımı kaldırınca, kapının üstünde sallanan bir tabela gördüm. Belli belirsiz bir resim vardı bu tabelada: Dümdüz fışkırıp serpilen bir su. Altında da şu yazılıydı: "Fışkırtı Hanı -- Sahibi Peter Coffin", yani Peter Tabut. Tabut? Fışkırtı? Oldukça uğursuz bir alamet bu. Ama Tabut soyadı Nantucket'te yaygındır derler. Bu Peter de buraya Nantucket'ten gelmiş olsa gerek. Işık böylesine sönük, yer böylesine ıssız, kırık dökük küçük ev yanık bir mahallenin yıkıntılarından buraya getirilmişe benzediğine, sallanan tabela fakir fakir gıcırdadığına göre, odanın ucuzu da, nohut kahvesinin en âlâsı da burada olmalı dedim kendi kendime..