Victoria Gezegeni'ne önce dört bini aşkın haydut, katil ve hırsız tek yönlü uzay gemileriyle sürgün edildi. Bundan elli yıl sonra ise iki bin kadar barış yanlısı aynı sürgün kaderini paylaştı.
Şimdi artık Victoria'da iki toplum, iki kültür vardı: Dünya'nın en hırslı, en savaşkan ve en kural tanımaz insanlarının kendi kurallarını acımasızca uyguladıkları Şehir, ve Barış İnsanları'nın şiddetten, savaştan ve sömürüden uzak yaşamak amacıyla kurdukları Shantih Kasabası. Bu iki toplum arasında çatışma çıkması kaçınılmazdı; ne var ki, taraflardan biri çatışmaktansa yok olmaya bile razıydı...
"Bana öyle geliyor ki erkeklerin zayıf ve tehlikeli oldukları nokta, kibirleri. Kadının bir merkezi vardır, bir merkezdir kadın. Ama erkekler öyle değil, onlar erişmektir, uzanmaktır. O yüzden uzanırlar ve bir şeyler koparırlar, bunları etraflarına istif ederler ve 'ben buyum, ben şuyum, bu benim, şu da benim, benim ben olduğumu size kanıtlayacağım' derler. Ve bunu kanıtlayayım derken de bir çuval inciri berbat ederler."
Romanın açılış bölümünü Tadımlık'ta okuyabilirsiniz.
Açılış Bölümü, s. 5-9
Güneşin altında, ağaçlardan bir halkanın ortasına oturmuştu Lev; bağdaş kurmuş, başı ellerine eğilmişti.
Avuçlarının sıcak ve alçak çukuruna küçük bir yaratık çömelmişti. Yaratığı o tutmuyordu; yaratık orada durmaya karar vermişti, ya da orada bulunmak ona uygun düşüyordu. Kanatlı bir kurbağaya benziyordu. Arkasında bir tepe gibi katlanmış kanatları gölgeli çizgilerle bezenmiş kül renginde, bedeni ise gölge renkliydi. Başını kafatasının iki yanında ve tam ortada birer tane olmak üzere, büyük topluiğne başı iriliğinde üç altın göz süslüyordu. Yukarıya doğru bakan ortadaki göz Lev'i izleyip duruyordu. Lev göz kırptı. Yaratık değişti. Katlanmış kanatlarının altından tozlu, pembemtrak, hurma yapraklarını andıran yapraklar filiz verdi. Bir an için, pek net olarak seçilemeyen tüyden bir topa benzedi yaratık çünkü yapraklar ya da tüyler hatlarını bulanıklaştıracak şekilde durmadan titriyordu. Yavaş yavaş bulanıklık kayboldu. Kanatlı kurbağa daha önceki gibi yerinde oturmaya devam ediyordu ama bu kez açık mavi renkliydi. Sol üç ayağının en gerisindekiyle sol gözünü kaşıdı. Lev gülümsedi. Kurbağa, kanatlar, gözler, ayaklar yok oldu. Lev'in avucunda, birkaç gölgeli yer hariç onun derisiyle aynı renk ve dokuya sahip olduğu için hemen hemen gözle görünemeyen, pervaneye benzeyen, düz bir şekil çömelmişti. Lev kıpırdamadan oturdu. Tek altın gözü Lev'i gözetlemeye devam eden, kanatlı mavi kurbağa yavaş yavaş ortaya çıktı. Avucunun içinden yukarı, parmaklarının kıvrımına doğru yürüdü. Altı minicik sıcak ayak, bir kavrayıp, bir bırakıyordu, hafifçe ve kusursuzca. Parmakların ucunda durdu; sol ve orta gözü göğü tararken sağ gözüyle oğlana bakabilmek için başını yan çevirdi. Kendisini bir ok şekline sokup, bedeninin iki katı uzunluğunda, iki adet yarı şeffaf alt kanat çıkarttı, uzun ve zahmetsiz bir süzülüşle ağaç çemberinin gerisindeki güneşli bir bayıra uçup gitti.
"Lev?"
"Bir biltüneyi ağırlıyorum." Oğlan ayağa kalkarak ağaç çemberinin dışındaki Andre'ye katıldı.
"Martin bu gece eve varabileceğimizi zannediyor."
"Umarım haklıdır," dedi Lev. Sırt torbasını alarak yedi adamın oluşturduğu sıranın gerisine katıldı. Sıradakilerden birinin, daha kestirme olabilecek bir yolu işaret etmek için başkanlarına seslenmesi veya pusulayı taşıyan ikinci sıradaki adamın, başkana sağa veya sola dönmesini söylemesi hariç, konuşmadan tek sıra halinde yola koyuldular. Yolları güneybatı tarafınaydı. Gidişleri zor olmuyordu ama ne bir patika vardı, ne de bir işaret. Ormanın ağaçları çemberler halinde yetişmişti. Yirmi ilâ altmış ağaç, açıklık bir alanın etrafında çember oluşturacak şekilde diziliyordu hep. Engebeli arazinin vadilerinde ağaç çemberleri, genellikle iç içe girecek şekilde birbirlerine o kadar yakın yetişmişti ki yolculuk yapan biri sürekli olarak, önce karanlık tüylü ağaç gövdeleri arasından zorlayarak yol açmak; sonra güneşli dairelerdeki süngerimsi otlar arasından zahmetsizce geçmek ve sonra tekrar gölgelik yapraklar, sık kökler ve gövdeler arasından geçmek zorundaydı. Dağ eteklerinde çemberler birbirinden ayrı ayrı yetişirdi; bazen yumuşak, kaba, kırmızı ağaç daireleriyle bitmemecesine kaplanmış dolambaçlı vadiler uzaklara kadar görünürdü.
Akşamüstü ilerledikçe, bir pus güneşi soldurdu. Batıdan bulutlar toplandı. İnce ve hafif bir yağmur başladı. Yumuşak ve rüzgârsız bir yağmurdu bu. Yolcuların çıplak göğüsleri ve omuzları yağlanmış gibi parlıyordu. Su damlacıkları saçlarına yapışmıştı. Onlar yollarına devam etti, durmadan batı yönünden güneyi tutturarak. Işık gitgide grileşti. Vadilerde, ağaç çemberleri içinde hava sisli ve karanlıktı.
Öncüleri Martin uzun, taşlık bir yokuşun tepesine varınca, döndü ve seslendi. Birer birer tırmanarak bayırın tepesinde, onun yanında durdular. Aşağıda, geniş bir nehir, karanlık kumsallar arasında parlak ve renksiz uzanıyordu.
Aralarında en yaşlıları olan Sağlam, yukarıya en son vardı ve aşağıdaki nehre bir memnuniyet ifadesiyle bakarak durdu. "Selam," diye mırıldandı, bir arkadaşa söylermiş gibi.
"Kayıklara ne taraftan gidiliyor?" diye sordu pusulalı delikanlı.
"Nehiryukarı," diye ortaya attı Martin.
"Aşağı," diye önerdi Lev. "Şurası bayırın en yüksek noktası değil mi, şu batıdaki yer?"
Bir dakika kadar bunu tartışıp, nehiraşağısını denemeye karar verdiler. Yola devam etmeden önce kısa bir süre daha, gezegeni birkaç gündür göremedikleri kadar geniş bir açıdan görebildikleri bu bayır tepesinde sessizce durdular. Nehrin ötesinde orman, birbirine girmiş sonsuz bir çemberler düzeniyle, alçak bulutlar altında güneye doğru uzanıyordu. Doğuda, nehiryukarısında, arazi sert bir biçimde dikleşiyordu; batıda ise nehir, gri bir hat halinde, alçak tepeler arasında kıvrılıyordu. Gözden kaybolduğu yerde, üzerine zayıf bir parlaklık çökmüştü; açık deniz üzerindeki güneşin bir belirtisi. Yolcuların arkasında kuzeye doğru, yolculuklarının günleri ve millerini oluşturan, yağmura ve geceye doğru kararmakta olan orman tepeleri uzanıyordu.
Tepelerin, ormanın, nehrin oluşturduğu tüm o hudutsuz ve dingin kır manzarasında ne bir duman izi; ne bir ev